Monday, October 31, 2011

romanımız "GÖZLERİMİN İÇİNE BAK" (küçük bir pasaj)

romanımızın belli bir safhaya gelmesiyle birlikte aradan küçük bir pasaj yayınlamanın güzel bir fikir olduğunu zannediyorum. 

...Her şeyi hazır gibi hissediyordu şuandan itibaren Kerim. Gül’ün mükemmel saptaması onu çok heyecanlandırmış ve aynı zamanda sabırsızlandırmıştı. İş başa düşüyordu yavaş yavaş. Gece olduğunda başını yastığa koyar koymaz o gün yaşadıkları aklından geçti. Sabahtan akşama kadar olan onca şey. Ekip arkadaşlarıyla tartışması, oradan ayrılıp sahil kenarına gidişi, mazi ve Gül. 

Her şeyin ne kadar çabuk geliştiğini farketmişti. Bir günden kısa bir sürede insanın bütün hayatı nasıl bir şekilde bir yerlerde karşısına çıkar, nasıl üzülüp nasıl sevinir hepsi. Kendini toparlaması gerekliliğinin çok net bir şekilde farkındaydı artık. Tamamlaması gereken bir misyonu vardı çünkü. Sanki bu hayata sadece o görev için gelmiş düşüncesi gözlerinden rahat bir şekilde okunabiliyordu. Yanında uyuyan Gül’e baktı ve kendine şu sözü verdi:

“Senin için, annem için, doğacak çocuğumuz için söz veriyorum ki bu çalışmadan alnımın akıyla çıkacağım. Annemin yaşadıklarını, çocuğum yaşamayacak. Ağlamak o kadar kolay olmayacak, insanlar birbirlerini o kadar kolay kırıp, yaralamayacak.”

Böylesine iddialı bir sözü üzerine çok büyük bir yük alarak veren Kerim, o günün artık son bulması gerektiğini düşünüp gözlerini kapatır ve bu çalışmaların gelecekte ölümüne neden olacağından, oğlunun hayatını planlanandan çok daha farklı şekilde değiştirebileceğinden habersiz uykuya dalar.

Monday, October 24, 2011

GÖZLERİMİN İÇİNE BAK

Yeni yıla kadar tamamlanmış olacak ROMAN ım "GÖZLERİMİN İÇİNE BAK" ın ilk 3 sayfası aynı zamanda konusu, ipuçları...

Atilla 2 yaşındadır. Kıvır kıvır saçları, yumuşak ses tonu ve insana neşe aynı zamanda enerji kaynağı olan gülüşü onu olağan çocuklardan ayrı kılan birkaç özelliktir sadece. Her çocuk gibi annesine doğuştan gelen sonsuz bir bağı vardır Atilla’nın. Annesinin kucağından inmek istemez, yürümek yerine ağlamayı tercih eder o, çünkü bilir ki annesinin kucağındayken her türlü beladan uzaktır, hiçbir kötülük ona orada ilişemez. Annesi de alır Atilla’yı kucağına ve yoluna devam eder her seferinde, kıyamaz onun gözyaşlarına, hayatla tek bağı olan kişi Atilla’dır çünkü. Gözünün içi gibi bakar ona. Onda kendini, emeğini, ilmik ilmik işlenmiş duygularını görür.
Atilla’nın doğumundan sonra geçen 2 yılın anlatılmaz ağırlığı Gül’ü olması gerekenden çok daha fazla yıpratmıştır. Anne olmanın verdiği sorumluluğun dışında, babasız bir çocuğu yetiştirmenin yükünü de omuzlarına almanın verdiği yorgunluk günden güne onu bitkin düşürür. Fakat farkındadır sorumluluğunun ve hiç şikayet etmez. Her isyan edesi geldiğinde Atilla’ya bakar sakinleşir, huzur dolar. Hiç düşünemeyeceği kadar mutlu olmaktadır Atilla’ya baktığı zaman. İşte o an gözlerinden yaşlar dökülür. Atilla’nın gözlerine baktığı zaman tutamaz kendini ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Kendisi de bilemez ne olduğunu, neden ağladığını en mutlu anında. Tek bildiği şey vardır o da Atilla’da hem erişilmez mutluluğu hem de anlaşılmaz bir hüznü bulduğu.
Atilla’nın babası Kerim bir bilim adamıydı. Bir grup yabancı meslektaşıyla birlikte ölümsüzlüğün gerçekten gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini araştırıyorlardı. Yaptıkları araştırmalar ilerledikçe çok ilginç saptamalarla karşılaşıyorlar ve bunları da basınla paylaşıyorlardı. Yaptıkları saptamalardan biri şuydu:
“ Eğer bir insan doğduğu andan itibaren vücudunda hüzünle, kederle ilgili bir duygu hissetmezse gelişimi yavaşlayacaktır ve bu sürekli kılınabilinirse belli bir süreden sonra gelişim duracak ve sürekli aynı yaşta kalınacaktır.”
Bu saptamayı Kerim oldukça önemsiyordu fakat aynı zamanda ekip arkadaşları da bu durumun imkansıza yakın bir şey olduğunu çok ciddi bir şekilde düşünüyor ve başka saptamalar yapmanın, bunun üzerinde çok durulmaması gerektiğini düşünüyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Hüzün denilen duygunun önlenmesi imkansıza yakın bir olasılıktı. İnsanoğlu doğduğu andan itibaren birçok duyguyu aynı anda yaşamak zorunda kalıyor ve en küçük olayda dahi duygusal yoğunluk içine girip hüzünlenebiliyor, gözlerinden yaşlar dökülebiliyordu. Böyle bir gerçek varken hüznü bir kenara atabilmek nasıl elde olabilirdi, ya da çok küçük bir çocuğu veya bir bebeği nasıl olur da her türlü sorundan, kederden uzak tutabilir, olabildiğince ağlamasını engelleyip ölümsüz olabilme noktasına getirilebilirdi. İşte bu, Kerim ile arkadaşları arasında anlaşmazlığa neden oluyor ve bunun yanında kendi saptamalarının da arka planda kalmasına neden olduğunu düşündürtüyordu arkadaşlarına. Bir çok kez tartışmalar yaşanmıştı Kerim ve meslektaşları arasında. Bir gün Gregory, Kerime çıkışmış ve şöyle bir diyalog geçmişti aralarında:
-Yıllardır bu iş için gece gündüz çalıştık ve sen şimdi altını çok da dolduramadığın bir şeyleri halka açıklıyorsun, bize de bunun üzerinden araştırmaya devam etmemiz gerektiğini söylüyor ve bütün karşı çıkmalarımıza rağmen diretiyorsun, Kerim. Biz ekip olarak başladık bu işe ve ekip olarak devam ettik şimdiye kadar. Hiçbir zaman kimse kendi başına hareket etmedi. Şimdi sen diyorsun ki bir insan doğdu andan itibaren belli bir yaşa gelene kadar ne kadar az duygual yoğunluk yaşarsa, ne kadar az ağlar, istedikleri gerçekten karşılanabilinirse, o çocuğun biyolojik yaşı bir yerde sabitlenecektir. Buna inanabiliyor musun sen ? İnanabiliyor musun ki bir çocuk, bir bebek o kadar iyi korunabilsin, üstüne düşülebilsin, el üstünde tutulabilsin. Bizler burda her ne kadar yapılamamış olanı yapmaya, bilinmeyeni ortaya çıkartmaya ya da yaratmaya çalışıyorsak da akla uygunluk prensibini hiçbir zaman bir kenara koymamamız lazımdır, koyduğumuz an sonsuz bir derya olan bilimin içinden çıkabilmemiz mümkün değildir.   
Kerim her zamanki gülümsemesiyle birlikte karşısındakinin söylediğinin verdiği şaşkınlıkla biraz alt dudağını ısırarak Gregory’ ye acır gibi bakar ve
-Seninle 10 yıldır aralıksız bir çok çalışma yaptık, başarılı olduk ya da olamadık. Bir günden  bir güne bir problem oldumu aramız da ? Olmadı değil mi ? Peki hiç ben gruptan ayrı tek başıma davranıp grubu hiçe saydım mı, hayır değil mi. Şu anda siz diyorsunuz ki ben ekip arkadaşlarımı gözardı edip fevri davranıyorum ve çalışmaların yolunda gitmesini engelliyorum. Bakın yıllardır tek bir an bile şu anda olduğum kadar heyecanlı olmamıştım. Ben yıllarımı bu araştırmalara verdiğim halde hiç bu kadar kendimi iyi ve önemli hissetmemiştim. Neden mi ? Çünkü yaptığım işin gerçekten doğru olduğunu düşünüyorum, gerçekten şu anda geldiğim aşamanın bir miad olabileceğinin kuvvetle muhtemel zannediyorum. Sizin anlamanızı beklemiyorum zaten şu anda içinde bulunduğum durumu. Sadece bana saygı göstermeye çalışın yeter. Şu andan itibaren ekip başkanlığını da bırakıyorum. Sanırım benim fikirlerime saygı göstermek istemeyen onların çalışmalarını engellediğimi düşünen bir gruba başkanlık etmem çok da normal olmasa gerek. Sadece ekibin çalışmasının tamamlanacağı tarihe kadar burada olup görevimi tamamlayacağım...    

Wednesday, October 12, 2011

Dikkat! Uzun Yazı Çıkabilir.

İyi yazı yazdığımı söyledi durdu bugüne kadar yazdıklarımı okuyanların birçoğu; duymamazlıktan geldim direndim. Söylenenlerin birer abartma olduğunu düşünüp sadece benim gönlümü hoş tutmak, benim kalbim kırılmasın diye söylenmiş birkaç harika sözden ibaret olduğuna kendimi inandırmak istedim. Arada da kibirlenip yazmaya başladım birkaç satır. Yazmıştım elbet daha önceden birçok sayfa, satır, onları görmüştü o insanoğulları ve demişlerdi ki: " Oğlum Mustafa iyi yazıyon len sen, bayağı iyi hem de devam et belki bir şeyler becerebilirsin". Ben de: " Belki de doğru söylüyor be bunlar yazalım mı şöyle düzenli birkaç bir şey" dedim ve kibir yüklü olarak yazmaya başladım. Olmadı. Yazamadım. Daha doğrusu sıkıldım, bunaldım, daha doğrusu beceremedim. Beceriksizliğim su götürmez bir gerçekti. Yazarken çok net farkettim bunu. Fakat şöyle bir gerçek: Yazıların içeriğinde bir sorun yok, tam tersine gerçekten kendim de beğenerek yazıyordum ama benim beceriksizliğim kendimi yönetemememdeydi. Kendime söz geçirmeyi beceremedim. Konsantrasyonumu sağlayamadım, yarım yamalak bir sürü yazı bıraktım, başladım bıraktım, düşündüm bıraktım, planladım yine bıraktım.

Aslında öyle zamanlar oldu ki yaz yaz yaz diye kendime baskı yaptığım, bıktım, usandım, nefret ettim yazmaktan da yazılanlardan da. Yazılanlar dedim değil mi evet yazılanlar. Çünkü okumayı hiç sevmem, gerekmedikçe de okumam zaten. Bir de benim bu kendimle olan yazıp yazmama mücadelesinin ortasında karşıma gelen her türlü yazı, makale, deneme her neyse hepsi birer düşman gibi göründüler.

Ağzıma ne gelirse söyledim, fırlattım oraya buraya.

Zaman geçti akıl kalple senkronize hareketler içine girdikçe sorguladı bu durumların hepsini. Gerçeği, olması gerekeni çıkarttılar ortaya bu ikili. Bana da çok doğru gelmeye başladı dedikleri akılla kalp biraderlerin. Peki neydi bunların bana öğrettikleri, işte buydu:

1-En zevk aldığın şeyleri bir kenara yaz.
2-Yapabildiğin en iyi şeyleri bir de not et. (Allah vergisi yeteneğin ne onu anla)
3-En çok insanlara yararın olabilecek şeyleri düşün.
4-Matematikde kümeler konusunu aklına getir ve bir kesişim kümesi yarat.

Hepsini bir bir çıkarttım ve şöyle bir şey ortaya çıktı: " Ben yazmayı biliyorum, sahiden hiç de fena yazmıyorum, hatta özellikle başka yazılanlara baktığımda kendimle de gurur duyuyorum"
Hani insanoğulları vardı ya başta benim gönlümü hoş tutanlar, kırmamak için iyi olmuş diyenler( tabi bana göre) meğerse hep haklılarmış. Gerçekten de benim Allah vergisi yeteneğim yazmaktaymış. Herkeste bir yetenek muhakkak verilmiş ya benimki de buymuş demekki. Ancak öğrenebildim.

Çok da geç sayılmaz değil mi ?

Sanırım 24 yaşında en iyi yapabildiği şeyi keşfetmek de iyi bir şeydir.
Ben yazarım bundan sonra arkadaş. Aklıma ne gelirse yazarım. Önüme ne gelirse yazarım.
Düşündüğüm ne varsa bu üslupta söylerim. Çıkar elbet bizim "insanoğuullarından" beğenecek birileri.
Şimdilik başlangıç yazısının sonuna gelmem gerekiyor sanırım, her ne kadar yönetmen program bitti kes artık demese de, yazarın yönetmeni okuyan imiş. Onu sıkarsak bu sefer o keser zaten derler üstadlar.