Tuesday, November 22, 2011

1000 Kere Düşünüp Sonra Bir Daha Düşüneceksin

Yürüdüğün yerde dikkat edeceksin bastığın yerlere. Belki senin için sıradan bir toprak parçası olabilir ama başkası için aklın alamadığı kadar kutsal olabilir. 
Düşüneceksin konuşmadan önce 1000 kere ve sonra bir daha düşüneceksin. Konuşacaksın yavaş yavaş, sakince. Hayatının en önemli konuşması gibi olacak her konuşman. Kırmayacaksın, dökmeyeceksin. Yapıştıramayacağın hiçbir şey için boşuna tutkal da kullanmayacaksın. Ağlayacaksın zırlayacaksın ama o tutkalı sürmeyeceksin oraya. O yaptığın hatayı, kırdığın şeyi hatırlamayacaksın, hatırlatmayacaksın karşında boyuna. Çünkü en başta karşındakine zarar vereceksin. Seni düşündüğümden değil karşındakini düşündüğümden söylüyorum bunları. Sen zaten beş para etmediğin için kırıp dökmüşün ya,beş para etmediğinden tutkalla bir de yapıştırmaya çalışmışsın ya. Ondan bırakacaksın karşındakini kendi haline artık. Çünkü haketmiyorsundur onun hiçbir şeyini. Gülmeyeceksin onla, ağlamayacaksın. O sana gülerse bile sen gülemeyeceksin, buna hakkın yok çünkü.
Sonuçta ne yaparsan yap binkere düşüneceksin öyle konuşacaksın, yazacaksın, davranacaksın sonra da bir daha düşüneceksin belki ondan sonra yapabilirsin. 
Bugünlük bu kadar kalın sağlıcakla ;)   

Saturday, November 19, 2011

En İyi Roman'dan Çok Hoş Bir Bölüm (Gülelim ve düşünelim)

Kapı çaldı bir an. Durakladılar ve birbirlerine baktılar. Yüzlerindeki gülümseme biraz ekşimiş gibiydi. Kapıda kötü haber var düşüncesiyle değil, sabahtan beri süregelen o mutluluk ve neşe dolu ortamın biran sekteye uğraması onları rahatsız etmişti. Kerim kapıya doğru yöneldi. Kapının zili daha hızlı çalmaya hatta tekmelenmeye başlamıştı. Gül’ün o mutluluk saçan gözleri biran dehşete düşmüş gibiydi. Kerim sakin ol tarzında elinle işarette bulundu fakat karısına o işareti yaparken kendisi de ondan farklı değildi. Hiç soğukkanlılığını bozmamış gibi yaptı ve kapının dürbününden dışarı baktı.
“Dışarıda kim var biliyor musun, bizim komşu Semih’in küçük oğlu Hakan. Ne istiyor ki bu velet bir bakalım.” Dedi gülümseyerek. Kapıyı açtı Kerim ve Hakan’la sohbet etmeye başladı. O sırada Gül kendine gelmeye çalışıyor aklına getirdiği bin bir türlü hali silmeye çalışıyordu. Kerim Hakan’la gittiği yerden geri gelmiş ve kahkahalar atıyordu.
“Biliyor musun bu bizim Hakan ne yapmış. Annesini kızdırmış annesi de buna seni döveceğim falan demiş herhalde korkutsun diye. Sonra bizimki de korkup kapının üzerinden anahtarı almış annesini içeride kilitlemiş. Sonra da ne yapsın beğenirsin, o anahtarı kömürlüğün içine atmış. E tabi annesi de kapıya vurup duruyormuş Hakan aç şu kapıyı diye. Ufaklık açmayacağım işte sen beni döveceksin biliyorum demiş durmuş. “
“İyi de şimdi bize niye gelmiş Hakan onu anlamadım.”
“İşte benim gülmekten yarıldığım yer orası ya. Bizimkinin tuvaleti gelmiş tutmuş tutmuş ama artık son raddeye gelmiş herhalde ki bize geldi. Bana da “Kerim amca ben annemi evde kilitledim anahtarı da kömürlüğe attım alsana çabuk altıma yapacağım yoksa”dedi.”

Tuesday, November 15, 2011

BİNLERCE KİŞİNİN YAZDIĞI KİTAP

Bu kitabı bir kişi değil, 10 kişi değil, 100 kişi hiç değil, binlerce kişi yazıyor. 

Evet bu kitabı binlerce kişi yaşıyoruz. Sadece benim burada görevim herkesten topladıklarımı bir araya getirip,dallanıp budaklandırmak, biraz da süslemektir. O da neyin nesi bu kitabı sen yazmıyor musun diyeceksiniz. Ben dediğim gibi aracıyım aslında. Bizler hep kendilerinle yaşayan, sadece kendi cümlelerinle koskoca bir kitabı yazan yazarlara alıştığımız için garip geliyor bu kelimeler. Aslında kitap dediğimiz şeyi oluşturabilmek için binlerce insan gözlemlemiş olmamız gerekiyor. O insanları da kitabımızda söz sahibi yapmamız gerekiyor. Ben de sadece onu yapıyorum arkadaşlar. "Kendi yorumumla binlerce insanın kalem izini görebilmeniz için uğraşıyorum".  

Eğerki yazdığımız bir şeyi insanlara değer katsın istiyorsak onlara onlardan bir şeyler vermemiz gerekiyor. Bakın çevrenize herkes farklı düşünür, farklı konuşur, farklı oturur-kalkar. Mükemmel insan yoktur deriz değil mi çünkü herkes de bir eksik vardır. Birimizde olan ötekinde yoktur. 

Ben de o nokta da diyorum ki birbirimize ne kadar şey katabilirsek o kadar mükemmele yaklaşırız(tabi ki olamayız). Birimizden alıp ötekimize vermek zorundayız bilgilerimizi. 
İşte bunlardan dolayı "GÖZLERİMİN İÇİNE BAK" binlerce kişinin yazdığı bir roman olacak. 
Benim yanından geçtiğim kişinin bile bir katkısı olacak bu esere, ya da hakkında bir yerde konuşulan kişinin. 

Ben burada bütün gördüklerimi, duyduklarımı, yaşadıklarımı, başkalarının söylediklerini kendi yorumumla romanlaştıracağım.

Bunlardan dolayı da diyoruz ki bu kitap en iyi Türk romanlarından olacaktır. Binlerce kişinin duygusu, düşüncesi, hayali, duası, özlemi, aşkı varsa eğer tabi ki "GÖZLERİMİN İÇİNE BAK" okumaya değer.       

Monday, November 14, 2011

5 ayrı bölüm 5 ayrı heyecan hepsi bir arada. Tanıtım bölümlerimizin 15 Kasım'a kadar olan kısımlarının hepsi tek yazıda.

...Her şeyi hazır gibi hissediyordu şuandan itibaren Kerim. Gül’ün mükemmel saptaması onu çok heyecanlandırmış ve aynı zamanda sabırsızlandırmıştı. İş başa düşüyordu yavaş yavaş. Gece olduğunda başını yastığa koyar koymaz o gün yaşadıkları aklından geçti. Sabahtan akşama kadar olan onca şey. Ekip arkadaşlarıyla tartışması, oradan ayrılıp sahil kenarına gidişi, mazi ve Gül. 
Her şeyin ne kadar çabuk geliştiğini farketmişti. Bir günden kısa bir sürede insanın bütün hayatı nasıl bir şekilde bir yerlerde karşısına çıkar, nasıl üzülüp nasıl sevinir hepsi. Kendini toparlaması gerekliliğinin çok net bir şekilde farkındaydı artık. Tamamlaması gereken bir misyonu vardı çünkü. Sanki bu hayata sadece o görev için gelmiş düşüncesi gözlerinden rahat bir şekilde okunabiliyordu. Yanında uyuyan Gül’e baktı ve kendine şu sözü verdi:
“Senin için, annem için, doğacak çocuğumuz için söz veriyorum ki bu çalışmadan alnımın akıyla çıkacağım. Annemin yaşadıklarını, çocuğum yaşamayacak. Ağlamak o kadar kolay olmayacak, insanlar birbirlerini o kadar kolay kırıp, yaralamayacak.”
Böylesine iddialı bir sözü üzerine çok büyük bir yük alarak veren Kerim, o günün artık son bulması gerektiğini düşünüp gözlerini kapatır ve bu çalışmaların gelecekte ölümüne neden olacağından, oğlunun hayatını planlanandan çok daha farklı şekilde değiştirebileceğinden habersiz uykuya dalar...

...Bir gün Gül her zamanki gibi evde zaman geçirirken bir haber geldi. Garip aynı zamanda ürkütücü. Olduğu yerde kalakaldı. Nefes almadığını çok net bir şekilde hissediyordu. Kanı dondu, çekildi. Yaşayıp yaşamadığını bile bimiyordu. Bir şeyler hissediyor fakat o hissettikleri yaşamak mıydı, kendisi bile anlayamıyordu. Hareket etmesi, bir şeyler yapması, mani olması gerekiyordu ama olmuyordu. Kendine gelemiyordu. Doğru muydu ki haber ? O telefonu eden kişi ya doğru sölüyorsa ? Ya Kerim’e bir şey yaparlarsa? Belki de o ana kadar yapmışlardı. Ne düşüneceğini ne yapması gerektiğini bilmeye çalışıyor, kendisiyle apaçık bir şekilde mücadele ediyordu. Bir an silkindi toparlanmaya çalıştı ve en baştan aldı o anı... 

...Nasıl ki önemli bir misafir geleceği zaman en iyi örtüler çıkar masaya, en iyi çatal bıçaklar, tabaklar, menüde yok yoktur. İşte çocuklar için de böyle bir ortam hazırlanmalı. Doğduğu andan itibaren o misafire en iyi hizmeti sunmalıyız, en iyi malzemeyi kullanıp menüyü zengin tutmalıyız fakat en önemli noktayı hiçbir zaman unutmamalıyız; biliyorsun ki hiçbir yemek içine sevgini, heyecanını, aşkını katmadan dört dörtlük olamaz...” 

 ...İnsanların yalvarıp yakarmaları hala kulaklarımda çınlıyor. 10 yaşlarında bir çocuk vardı. Simsiyah saçları koskocaman gözleriyle o kadar güzeldi ki.Dikildi adamların önüne “anneme vurmayın beni öldürün dedi”  10 yaşındaki çocuk söledi bunu, Gül. Annesine kendini siper etti. Annesi ağlamaktan ne yapacağını bilemezken o, tek gözyaşı dökmüyordu. O koca gözlerini adamlara dikmiş “anneme bir şey olacaksa ilk önce bana olmalı, annemden önce bana vurun, lütfen” diyordu. O birkaç dakikada uzaklara dalıp içimden dökebildiğim kadar gözyaşı döktüm. Annemi hatırladım ve kendi çocukluğumu. Kızdan hiç farkım yoktu benimde. Kızda tıpatıp kendimi buldum biliyor musun. Annesine bağlılığı, onu koruması, ona olan aşkı. İşte ölümsüzlük dedim. Bu da bir ölümsüzlük işte diye tekrarladım kendi kendime. Adamlara baktım tekrar. En kötüyle en iyiyi aynı karede görmek herkese nasip olmaz diyordum maalesef...

...Ertesi sabah olmuş, yepyeni bir gün başlamıştı. O günü Kerim evde dinlenerek geçirecek hem de uzun süredir Gül’e ayıramadığı zamanları telafi etmeye çalışacaktı. Hiçbir şeyden habersiz Gül yatağında uyurken, Kerim erkenden uyanmış kahvaltıyı bile hazırlamıştı. Oldukça neşeli tavırlarıyla önceki günkü olayları unutmaya çalıştığı çok net bir şekilde gözleniyordu. Dün dünde kalmıştı artık. Bugün tüm tazeliğiyle ağarmış, bir yılan misali derisine yapışmış bütün her şeyden arınmış olarak, o deriyi önceki günde bırakarak başlamıştı güne. Aklında çok önemli bir plan vardı bugün için. Sabırsızlıkla Gül’ün uyanmasını bekliyor bir yandan da devamlı aklından planının detaylarını geçiriyordu.
“Canım ne zaman uyandın sen? Sanki yıllardır uykudaymışım gibi hissediyorum, ne kadar çok uyumuşum, saat kaç?”
“Daha on bir buçuk öğlen olmadı yani. Bu sene kalkmayı düşünüyor musun önce onu söle sonra da kırk yılda bir hazırladığım bu sofraya teşrif etmek ister misiniz onu”
Kerim’in bu sözleriyle gülüşmeler havada uçmaya başladı. Gözlerini açar açmaz bu kadar güzel bir karşılamayla uyanmak inanılmaz enerji katmıştı Gül’e. Yataktan ok gibi fırladı ve:
“Vallaha hiç kusura bakma ben bu sofrayı kaçıramam. Beleşten hazırlamış bir sürü nimet var karşımda ve bunu benim bir tanecik kocam hazırlamış, oğlumla zaten acıkmışız kurt gibi. Geldik hemen...”




Saturday, November 12, 2011

Neden En İyi Türk Romanlarından Olmaya Adayız? (Durum Raporu)

1-Kitabı kendi kitabım olarak değil herkesin kitabı olarak görüyorum. Çünkü şu ana kadar yerli yabancı kimlerle aynı ortamda bulunduysam herkesten bir şeyler var içinde kitabın.
2-Havalı cümlelerle değil, genel Türkçe'yle konuşuyorum.
3-Hayatın içinden "gerçekten" yaşanabilecek olayları ütopyayla buluşturuyorum. Zaten hepimiz kimi zaman ütopik düşünceler geçirmez miyiz aklımızdan yanlışlıklar karşısında.
4-Gerçek akıcılığı anlatımda yakalamak en büyük amacım. Sanırım yakalamış durumdayım olabildiğince. Okuyucu yorumları son derece umut verici.
5-Her zaman okuyucuyu düşünüyorum çünkü okunmayan bir yazıyı kuralına göre yazsam ne olacak değil mi ?
6-Yaşım sadece 29 biliyorum fakat bu işin en başta yetenek ve gözlemle yapıldığını yaşımdan daha çok biliyorum.
Ve şunu diyorum. 29 yaşında ve Türk olan birisi de dünyanın tanınmış yazarlarından birisi olabilir. 40 yaşından sonra ve belirli bir kariyere, şöhrete geldikten sonra kitap yazılır düşüncesinin ne kadar yanlış olduğunu göstermek için elimden gelenin fazlasını yapacağıma herkesin önünde söz veriyorum.
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum.
MUSTAFA BAYRAK

GÖZLERİMİN İÇİNE BAK ( Yeni gün) (12.11.11)

Ertesi sabah olmuş, yepyeni bir gün başlamıştı. O günü Kerim evde dinlenerek geçirecek hem de uzun süredir Gül’e ayıramadığı zamanları telafi etmeye çalışacaktı. Hiçbir şeyden habersiz Gül yatağında uyurken, Kerim erkenden uyanmış kahvaltıyı bile hazırlamıştı. Oldukça neşeli tavırlarıyla önceki günkü olayları unutmaya çalıştığı çok net bir şekilde gözleniyordu. Dün dünde kalmıştı artık. Bugün tüm tazeliğiyle ağarmış, bir yılan misali derisine yapışmış bütün her şeyden arınmış olarak, o deriyi önceki günde bırakarak başlamıştı güne. Aklında çok önemli bir plan vardı bugün için. Sabırsızlıkla Gül’ün uyanmasını bekliyor bir yandan da devamlı aklından planının detaylarını geçiriyordu.
“Canım ne zaman uyandın sen? Sanki yıllardır uykudaymışım gibi hissediyorum, ne kadar çok uyumuşum, saat kaç?”
“Daha on bir buçuk öğlen olmadı yani. Bu sene kalkmayı düşünüyor musun önce onu söle sonra da kırk yılda bir hazırladığım bu sofraya teşrif etmek ister misiniz onu”
Kerim’in bu sözleriyle gülüşmeler havada uçmaya başladı. Gözlerini açar açmaz bu kadar güzel bir karşılamayla uyanmak inanılmaz enerji katmıştı Gül’e. Yataktan ok gibi fırladı ve:
“Vallaha hiç kusura bakma ben bu sofrayı kaçıramam. Beleşten hazırlamış bir sürü nimet var karşımda ve bunu benim bir tanecik kocam hazırlamış, oğlumla zaten acıkmışız kurt gibi. Geldik hemen.”

Thursday, November 10, 2011

GÖZLERİMİN İÇİNE BAK (en iyi-en kötü karşılaşması)

romanımızın bu bölümünde bir rehin alma olayı sırasında yaşananlardan çok küçük bir kesit, çarpıcı bir şekilde anlatılıyor. 
... İnsanların yalvarıp yakarmaları hala kulaklarımda çınlıyor. 10 yaşlarında bir çocuk vardı. Simsiyah saçları koskocaman gözleriyle o kadar güzeldi ki.Dikildi adamların önüne “anneme vurmayın beni öldürün dedi”  10 yaşındaki çocuk söledi bunu, Gül. Annesine kendini siper etti. Annesi ağlamaktan ne yapacağını bilemezken o, tek gözyaşı dökmüyordu. O koca gözlerini adamlara dikmiş “anneme bir şey olacaksa ilk önce bana olmalı, annemden önce bana vurun, lütfen” diyordu. O birkaç dakikada uzaklara dalıp içimden dökebildiğim kadar gözyaşı döktüm. Annemi hatırladım ve kendi çocukluğumu. Kızdan hiç farkım yoktu benimde. Kızda tıpatıp kendimi buldum biliyor musun. Annesine bağlılığı, onu koruması, ona olan aşkı. İşte ölümsüzlük dedim. Bu da bir ölümsüzlük işte diye tekrarladım kendi kendime. Adamlara baktım tekrar. En kötüyle en iyiyi aynı karede görmek herkese nasip olmaz diyordum maalesef...

Wednesday, November 9, 2011

KÜÇÜK BİR SİTEM

Birileri yazmanın pek de o kadar büyütülecek şey olmadığını düşünür ve "ne olacak eline kalemi alan herkes yazabilir" diyecek cüreti bulabilir. Yanı başımıza baktığımızda bile bir sürü kişi buluruz bu şekilde. Şimdi ben bu zatlara şu soruları yöneltiyorum. " E peki dostlar, siz bu soruyu soracak cüreti de o her eline kalemi alıp da yazan kişilerin kitaplarından almıyor musunuz? O kitaplar sayesinde anlamsızca ve ahlaksızca da olsa soru sorabilme kabiliyetine erişmiyor musunuz?"
Ama kuşkunuz olmasın, sizler kitapları okuyup o soruları soruyorsunuz yeteneğinize bakmadan fakat o kitapları yazanlar içlerindeki yetenekle, yazma aşkıyla ve okuyana saygıyla yazıyorlar. Kimsenin şüphesi olmasın. Birisi yazma işine kalkıştıysa içindeki o ilhamla, o maneviyatla ilk önce başlar ve aşkla devam ettirir, saygıyla da bitirir.

Tuesday, November 8, 2011

GÖZLERİMİN İÇİNE BAK ( çocuk gelişimi)

 Nasıl ki önemli bir misafir geleceği zaman en iyi örtüler çıkar masaya, en iyi çatal bıçaklar, tabaklar, menüde yok yoktur. İşte çocuklar için de böyle bir ortam hazırlanmalı. Doğduğu andan itibaren o misafire en iyi hizmeti sunmalıyız, en iyi malzemeyi kullanıp menüyü zengin tutmalıyız fakat en önemli noktayı hiçbir zaman unutmamalıyız; biliyorsun ki hiçbir yemek içine sevgini, heyecanını, aşkını katmadan dört dörtlük olamaz.” 

Saturday, November 5, 2011

romanımız GÖZLERİMİN İÇİNE BAK (heyecan dolu çok küçük bir pasaj)

Romanımız "GÖZLERİMİN İÇİNE BAK" ın içinden heyecan dolu çok küçük bir pasaj.
Bir gün Gül her zamanki gibi evde zaman geçirirken bir haber geldi. Garip aynı zamanda ürkütücü. Olduğu yerde kalakaldı. Nefes almadığını çok net bir şekilde hissediyordu. Kanı dondu, çekildi. Yaşayıp yaşamadığını bile bimiyordu. Bir şeyler hissediyor fakat o hissettikleri yaşamak mıydı, kendisi bile anlayamıyordu. Hareket etmesi, bir şeyler yapması, mani olması gerekiyordu ama olmuyordu. Kendine gelemiyordu. Doğru muydu ki haber ? O telefonu eden kişi ya doğru sölüyorsa ? Ya Kerim’e bir şey yaparlarsa? Belki de o ana kadar yapmışlardı. Ne düşüneceğini ne yapması gerektiğini bilmeye çalışıyor, kendisiyle apaçık bir şekilde mücadele ediyordu. Bir an silkindi toparlanmaya çalıştı ve en baştan aldı o anı. 

Monday, October 31, 2011

romanımız "GÖZLERİMİN İÇİNE BAK" (küçük bir pasaj)

romanımızın belli bir safhaya gelmesiyle birlikte aradan küçük bir pasaj yayınlamanın güzel bir fikir olduğunu zannediyorum. 

...Her şeyi hazır gibi hissediyordu şuandan itibaren Kerim. Gül’ün mükemmel saptaması onu çok heyecanlandırmış ve aynı zamanda sabırsızlandırmıştı. İş başa düşüyordu yavaş yavaş. Gece olduğunda başını yastığa koyar koymaz o gün yaşadıkları aklından geçti. Sabahtan akşama kadar olan onca şey. Ekip arkadaşlarıyla tartışması, oradan ayrılıp sahil kenarına gidişi, mazi ve Gül. 

Her şeyin ne kadar çabuk geliştiğini farketmişti. Bir günden kısa bir sürede insanın bütün hayatı nasıl bir şekilde bir yerlerde karşısına çıkar, nasıl üzülüp nasıl sevinir hepsi. Kendini toparlaması gerekliliğinin çok net bir şekilde farkındaydı artık. Tamamlaması gereken bir misyonu vardı çünkü. Sanki bu hayata sadece o görev için gelmiş düşüncesi gözlerinden rahat bir şekilde okunabiliyordu. Yanında uyuyan Gül’e baktı ve kendine şu sözü verdi:

“Senin için, annem için, doğacak çocuğumuz için söz veriyorum ki bu çalışmadan alnımın akıyla çıkacağım. Annemin yaşadıklarını, çocuğum yaşamayacak. Ağlamak o kadar kolay olmayacak, insanlar birbirlerini o kadar kolay kırıp, yaralamayacak.”

Böylesine iddialı bir sözü üzerine çok büyük bir yük alarak veren Kerim, o günün artık son bulması gerektiğini düşünüp gözlerini kapatır ve bu çalışmaların gelecekte ölümüne neden olacağından, oğlunun hayatını planlanandan çok daha farklı şekilde değiştirebileceğinden habersiz uykuya dalar.

Monday, October 24, 2011

GÖZLERİMİN İÇİNE BAK

Yeni yıla kadar tamamlanmış olacak ROMAN ım "GÖZLERİMİN İÇİNE BAK" ın ilk 3 sayfası aynı zamanda konusu, ipuçları...

Atilla 2 yaşındadır. Kıvır kıvır saçları, yumuşak ses tonu ve insana neşe aynı zamanda enerji kaynağı olan gülüşü onu olağan çocuklardan ayrı kılan birkaç özelliktir sadece. Her çocuk gibi annesine doğuştan gelen sonsuz bir bağı vardır Atilla’nın. Annesinin kucağından inmek istemez, yürümek yerine ağlamayı tercih eder o, çünkü bilir ki annesinin kucağındayken her türlü beladan uzaktır, hiçbir kötülük ona orada ilişemez. Annesi de alır Atilla’yı kucağına ve yoluna devam eder her seferinde, kıyamaz onun gözyaşlarına, hayatla tek bağı olan kişi Atilla’dır çünkü. Gözünün içi gibi bakar ona. Onda kendini, emeğini, ilmik ilmik işlenmiş duygularını görür.
Atilla’nın doğumundan sonra geçen 2 yılın anlatılmaz ağırlığı Gül’ü olması gerekenden çok daha fazla yıpratmıştır. Anne olmanın verdiği sorumluluğun dışında, babasız bir çocuğu yetiştirmenin yükünü de omuzlarına almanın verdiği yorgunluk günden güne onu bitkin düşürür. Fakat farkındadır sorumluluğunun ve hiç şikayet etmez. Her isyan edesi geldiğinde Atilla’ya bakar sakinleşir, huzur dolar. Hiç düşünemeyeceği kadar mutlu olmaktadır Atilla’ya baktığı zaman. İşte o an gözlerinden yaşlar dökülür. Atilla’nın gözlerine baktığı zaman tutamaz kendini ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Kendisi de bilemez ne olduğunu, neden ağladığını en mutlu anında. Tek bildiği şey vardır o da Atilla’da hem erişilmez mutluluğu hem de anlaşılmaz bir hüznü bulduğu.
Atilla’nın babası Kerim bir bilim adamıydı. Bir grup yabancı meslektaşıyla birlikte ölümsüzlüğün gerçekten gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini araştırıyorlardı. Yaptıkları araştırmalar ilerledikçe çok ilginç saptamalarla karşılaşıyorlar ve bunları da basınla paylaşıyorlardı. Yaptıkları saptamalardan biri şuydu:
“ Eğer bir insan doğduğu andan itibaren vücudunda hüzünle, kederle ilgili bir duygu hissetmezse gelişimi yavaşlayacaktır ve bu sürekli kılınabilinirse belli bir süreden sonra gelişim duracak ve sürekli aynı yaşta kalınacaktır.”
Bu saptamayı Kerim oldukça önemsiyordu fakat aynı zamanda ekip arkadaşları da bu durumun imkansıza yakın bir şey olduğunu çok ciddi bir şekilde düşünüyor ve başka saptamalar yapmanın, bunun üzerinde çok durulmaması gerektiğini düşünüyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Hüzün denilen duygunun önlenmesi imkansıza yakın bir olasılıktı. İnsanoğlu doğduğu andan itibaren birçok duyguyu aynı anda yaşamak zorunda kalıyor ve en küçük olayda dahi duygusal yoğunluk içine girip hüzünlenebiliyor, gözlerinden yaşlar dökülebiliyordu. Böyle bir gerçek varken hüznü bir kenara atabilmek nasıl elde olabilirdi, ya da çok küçük bir çocuğu veya bir bebeği nasıl olur da her türlü sorundan, kederden uzak tutabilir, olabildiğince ağlamasını engelleyip ölümsüz olabilme noktasına getirilebilirdi. İşte bu, Kerim ile arkadaşları arasında anlaşmazlığa neden oluyor ve bunun yanında kendi saptamalarının da arka planda kalmasına neden olduğunu düşündürtüyordu arkadaşlarına. Bir çok kez tartışmalar yaşanmıştı Kerim ve meslektaşları arasında. Bir gün Gregory, Kerime çıkışmış ve şöyle bir diyalog geçmişti aralarında:
-Yıllardır bu iş için gece gündüz çalıştık ve sen şimdi altını çok da dolduramadığın bir şeyleri halka açıklıyorsun, bize de bunun üzerinden araştırmaya devam etmemiz gerektiğini söylüyor ve bütün karşı çıkmalarımıza rağmen diretiyorsun, Kerim. Biz ekip olarak başladık bu işe ve ekip olarak devam ettik şimdiye kadar. Hiçbir zaman kimse kendi başına hareket etmedi. Şimdi sen diyorsun ki bir insan doğdu andan itibaren belli bir yaşa gelene kadar ne kadar az duygual yoğunluk yaşarsa, ne kadar az ağlar, istedikleri gerçekten karşılanabilinirse, o çocuğun biyolojik yaşı bir yerde sabitlenecektir. Buna inanabiliyor musun sen ? İnanabiliyor musun ki bir çocuk, bir bebek o kadar iyi korunabilsin, üstüne düşülebilsin, el üstünde tutulabilsin. Bizler burda her ne kadar yapılamamış olanı yapmaya, bilinmeyeni ortaya çıkartmaya ya da yaratmaya çalışıyorsak da akla uygunluk prensibini hiçbir zaman bir kenara koymamamız lazımdır, koyduğumuz an sonsuz bir derya olan bilimin içinden çıkabilmemiz mümkün değildir.   
Kerim her zamanki gülümsemesiyle birlikte karşısındakinin söylediğinin verdiği şaşkınlıkla biraz alt dudağını ısırarak Gregory’ ye acır gibi bakar ve
-Seninle 10 yıldır aralıksız bir çok çalışma yaptık, başarılı olduk ya da olamadık. Bir günden  bir güne bir problem oldumu aramız da ? Olmadı değil mi ? Peki hiç ben gruptan ayrı tek başıma davranıp grubu hiçe saydım mı, hayır değil mi. Şu anda siz diyorsunuz ki ben ekip arkadaşlarımı gözardı edip fevri davranıyorum ve çalışmaların yolunda gitmesini engelliyorum. Bakın yıllardır tek bir an bile şu anda olduğum kadar heyecanlı olmamıştım. Ben yıllarımı bu araştırmalara verdiğim halde hiç bu kadar kendimi iyi ve önemli hissetmemiştim. Neden mi ? Çünkü yaptığım işin gerçekten doğru olduğunu düşünüyorum, gerçekten şu anda geldiğim aşamanın bir miad olabileceğinin kuvvetle muhtemel zannediyorum. Sizin anlamanızı beklemiyorum zaten şu anda içinde bulunduğum durumu. Sadece bana saygı göstermeye çalışın yeter. Şu andan itibaren ekip başkanlığını da bırakıyorum. Sanırım benim fikirlerime saygı göstermek istemeyen onların çalışmalarını engellediğimi düşünen bir gruba başkanlık etmem çok da normal olmasa gerek. Sadece ekibin çalışmasının tamamlanacağı tarihe kadar burada olup görevimi tamamlayacağım...    

Wednesday, October 12, 2011

Dikkat! Uzun Yazı Çıkabilir.

İyi yazı yazdığımı söyledi durdu bugüne kadar yazdıklarımı okuyanların birçoğu; duymamazlıktan geldim direndim. Söylenenlerin birer abartma olduğunu düşünüp sadece benim gönlümü hoş tutmak, benim kalbim kırılmasın diye söylenmiş birkaç harika sözden ibaret olduğuna kendimi inandırmak istedim. Arada da kibirlenip yazmaya başladım birkaç satır. Yazmıştım elbet daha önceden birçok sayfa, satır, onları görmüştü o insanoğulları ve demişlerdi ki: " Oğlum Mustafa iyi yazıyon len sen, bayağı iyi hem de devam et belki bir şeyler becerebilirsin". Ben de: " Belki de doğru söylüyor be bunlar yazalım mı şöyle düzenli birkaç bir şey" dedim ve kibir yüklü olarak yazmaya başladım. Olmadı. Yazamadım. Daha doğrusu sıkıldım, bunaldım, daha doğrusu beceremedim. Beceriksizliğim su götürmez bir gerçekti. Yazarken çok net farkettim bunu. Fakat şöyle bir gerçek: Yazıların içeriğinde bir sorun yok, tam tersine gerçekten kendim de beğenerek yazıyordum ama benim beceriksizliğim kendimi yönetemememdeydi. Kendime söz geçirmeyi beceremedim. Konsantrasyonumu sağlayamadım, yarım yamalak bir sürü yazı bıraktım, başladım bıraktım, düşündüm bıraktım, planladım yine bıraktım.

Aslında öyle zamanlar oldu ki yaz yaz yaz diye kendime baskı yaptığım, bıktım, usandım, nefret ettim yazmaktan da yazılanlardan da. Yazılanlar dedim değil mi evet yazılanlar. Çünkü okumayı hiç sevmem, gerekmedikçe de okumam zaten. Bir de benim bu kendimle olan yazıp yazmama mücadelesinin ortasında karşıma gelen her türlü yazı, makale, deneme her neyse hepsi birer düşman gibi göründüler.

Ağzıma ne gelirse söyledim, fırlattım oraya buraya.

Zaman geçti akıl kalple senkronize hareketler içine girdikçe sorguladı bu durumların hepsini. Gerçeği, olması gerekeni çıkarttılar ortaya bu ikili. Bana da çok doğru gelmeye başladı dedikleri akılla kalp biraderlerin. Peki neydi bunların bana öğrettikleri, işte buydu:

1-En zevk aldığın şeyleri bir kenara yaz.
2-Yapabildiğin en iyi şeyleri bir de not et. (Allah vergisi yeteneğin ne onu anla)
3-En çok insanlara yararın olabilecek şeyleri düşün.
4-Matematikde kümeler konusunu aklına getir ve bir kesişim kümesi yarat.

Hepsini bir bir çıkarttım ve şöyle bir şey ortaya çıktı: " Ben yazmayı biliyorum, sahiden hiç de fena yazmıyorum, hatta özellikle başka yazılanlara baktığımda kendimle de gurur duyuyorum"
Hani insanoğulları vardı ya başta benim gönlümü hoş tutanlar, kırmamak için iyi olmuş diyenler( tabi bana göre) meğerse hep haklılarmış. Gerçekten de benim Allah vergisi yeteneğim yazmaktaymış. Herkeste bir yetenek muhakkak verilmiş ya benimki de buymuş demekki. Ancak öğrenebildim.

Çok da geç sayılmaz değil mi ?

Sanırım 24 yaşında en iyi yapabildiği şeyi keşfetmek de iyi bir şeydir.
Ben yazarım bundan sonra arkadaş. Aklıma ne gelirse yazarım. Önüme ne gelirse yazarım.
Düşündüğüm ne varsa bu üslupta söylerim. Çıkar elbet bizim "insanoğuullarından" beğenecek birileri.
Şimdilik başlangıç yazısının sonuna gelmem gerekiyor sanırım, her ne kadar yönetmen program bitti kes artık demese de, yazarın yönetmeni okuyan imiş. Onu sıkarsak bu sefer o keser zaten derler üstadlar.